1 Aralık 2024 Pazar

Bir Psikologun Yas Günleri-2015

Bir psikologun yas günleri (1) –  Serhat Özmen

10 Kasım 2015 13:27

Öfkelenmeyen, acımayan, ağlamayan psikolog olmak için ülken fazla hüzünlü. Öfke en çok biz psikologlara yakışır Benim mesleğim, direnildiğinde dayanışmaya, umuda ve özgürlüğe açılmaktadır. Ankara Katliamı’nın yavaş yavaş unutulmaya başlandığı bir atmosferde, travma eşikleri yükseltilmiş olan toplumda yeni travmaların gelebilme ihtimaline karşın birazcık sesli düşünme biraz da sessiz düşünmedir. Hepimiz için zor olan bu sürece biraz […]

Öfkelenmeyen, acımayan, ağlamayan psikolog olmak için ülken fazla hüzünlü. Öfke en çok biz psikologlara yakışır

Benim mesleğim, direnildiğinde dayanışmaya, umuda ve özgürlüğe açılmaktadır. Ankara Katliamı’nın yavaş yavaş unutulmaya başlandığı bir atmosferde, travma eşikleri yükseltilmiş olan toplumda yeni travmaların gelebilme ihtimaline karşın birazcık sesli düşünme biraz da sessiz düşünmedir. Hepimiz için zor olan bu sürece biraz da biz ruh sağlığı çalışanları açısından zorlukları ve kolaylıkları bağlamında değinmek istedim. Travma eşiği yükselen, unutma katsayısı artan bir elem içerisinde yazıyoruz, düşünüyoruz.

Suskunluğun travmatizesi

Daha öncesinde barış edinimini içselleştiremeyen, politik olmamayı tarafsızlıkla özdeşleştiren herkese bir çift laf etme hakkımız var. Çünkü biz hayatta kalanlarız. Çoğu zaman ramakla çoğu zaman bir fil borusundan daha kısa bir şansla. Barışmayı, barışın tahsisini, işçileşmeyi, sendikaları, örgütlerin coğrafyasını bilmeyen insanların bu tür olaylara müdahil olma biçimi bizi ilgilendirir. Çünkü “bizi sizin suskunluğunuz da travmatize etmiş olabilir.” Politik barış aktivizmine soyunmamış geniş bir psikoloji camiası var. Politik duygudaşlık kurma eylemine mesafeli ve dikkatli oldukları gibi genel bir çözümden çok bireysel laboratuvarların da dünyanın bireylerini alıp hayata kazandırmakla vakit geçirmektedirler. Bu bir emek saygısızlığı gibi algılanmasın. Fakat bunlar zor günler için yetersiz kalıyor.

Çünkü büyük politik yıkım yaşayan ülkemizde, insan eliyle gerçekleştiren travmaya nasıl çözümler bulunacağına dair cesur, sihirli bir sertifika program bulunamadı henüz. İlginç!

Sevgili cici psikolog,

Ankara Katliamı ve benzeri birçok politik olayın yaşanmaması için, “savaşı engellemek için kıçını yırtmayan, barışın tahsisi için bir tuğla koymayan”, nasıl olur da politik insanların yaşadığı büyük acıları ölçerek, biçerek anlayabildiğini zannedebilirsin. Acı öznesi senden sadece anlamanı beklemiyor, ayrıca susmamanı bekliyor. Çok net söylenmesi gerektiği için tekrarlamaya yüz buluyorum. O bombanın patlatılmasında özelde psikologlar olarak suskunluklarımızın da etkisi vardı ve susan, susturulan bir bilim insanının bu tür olaylarda uzun erimli bir katkısı olamaz. Çünkü politik kişiler, psikolojik sorgulama birimleri vardır, seni de sorgularlar, müdahalen çok daha önce başlamalıydı.

Çünkü bu travma ilk değildi. Her gün doğa gıdım gıdım katlediliyor. Eğer bir tane dahi fidanın kesilmesine engel olabilecek şansı mesleğimize verseydik daha iyi birer travma çalışanı olurduk.

Dayanışmak, psikolojidir

Kendi içinde bir sürü birinci, ikinci ve üçüncü dereceden toplumsal denklemi barındıran Ankara Katliamı’nın temel segmentleri nedir, diye düşünme ve tartışma fırsatı bulduk. Farklı düşünceler içinde olduk. Birincisi, olayların psikolojikleştirilmesi aynı zamanda olayların tekelleşmesi demektir. Böylece güneşli günlerin psikososyalcilerine bir sürü keyfi travma deneyimi kazandırmış olacaktır.

Olay başlangıcından bitimine ve devam edeceği noktalara kadar politiktir.

Olayın psikolojikleştirmesine karşı, olayın dinamiklerinin elbirliğiyle kimlikleştirilmesi ve anlamlandırılması başlı başına ikili bir iletişim olsa dahi küçük bir tarih yapma süreciyle ile mümkün gibi gözküyor. Burada psikolojinin sadece yetersizliğine değil aynı zamanda korkaklığına şahit oluyorsunuz. Bu tür acıların sıradanlaşmasından; öfkenin, nefret ve intikamdan çok yan yana ve barış mirasının devam etmesine evrilmesi gerekmektedir. Barış için gerekli olan öfke böylece biriktirilebilir. Yani politik dayanışmanın amacının kendisinin dışavurumundan bahsediyorum. Bu motivasyon açık yüreklilikle bir imece esnasında ortaya çıkabilen bir üretimdir.
Yani psikososyal destek metacılığının diğer temel ihtiyaçlar başlamasıyla atbaşı gitmesidir. ‘Akabinde’, ‘3 ay sonra’, ‘5 ay sonra’, ‘yeni bir DSM çıktıktan sonra’ şeklinde açıklamalar gerçekdışıdır. Psikososyal destek en baştan, yani olayların başlangıcından beri başlayan bir süreçtir. Ankara olayı için düşündüğümüzde, patlama olayı başladıktan sonra değil, savaşın ve barışın başladığı ilk günden bu yana konuya aşina olmakla ilgili bir müdahaleden bahsediyoruz. Katliam tarihi dosyası o kadar kalın ki Ankara Katliamı devede kulak kalır. Yüksek derecede politik emosyonel durumla karşılaştığında bu duyguların ne anlama geldiğinin bilinmesi için birçok süreçte beraber olmak ve bir arada bulunmak gibi, barış için aynı ya da benzer şeyleri hissedebilmek bir psikolog ya da travma çalışmacısı için bir lüks olmamalıdır. Barışa dair geniş kitlelerin söylemlerini bilmeyen, bilmekte de bir keramet görmeyen çaycı, psikolog yahut başhekim bile aynı şekilde mesafe konulma riskiyle karşı karşıyadır. Kendisi böylece bu mesafeyi oluşturmuş demektir. Mesafe, savaşa karşı olmak ile barışa çalışmak arasında gizlidir. Bu ikisi arasındaki farktır.

Psikolojik yas ile politik yasın birbirine geçmiş köklerini şöyle aktarmak isterim, bu sadece küçük bir örnek:

Yasın müsaadesi

Daha önce Berkin’in annesinin yuhalandığına, Soma’da işçilerin tekmelendiğine, Roboski’de katledilen köylü çocukların ‘kaçakçı’ denilip horlandığına şahit olduk. Yasın özşahısları, defalarca, yas esnasında varoluşsal darbelere maruz bırakılmıştır. Yas nedir, ne işe yarar gibi konular, herhangi bir Anadolu köyüne gidildiğinde rahatlıkla gözlenebilir. “Nasıl uğurlanmak istenir” ve “nasıl hatırlanmak istenir” çerçevesinde ailesinin ve yakın çevresinin yaşadığı duygusal olaylar o kadar çok rencide edilmiş ki artık insanlar ölmeye değil, birisinin ölüsü olmaya korkmaktadır. Bu olaylar kortekste tutulmalı. Ama bu ülke: Boğazına ip geçirilip askeri araçlara bağlanıp sürüklenenlerle mezarlıkları havan topuyla dağıtılanların, oğullarının kemiklerine ulaşmasın diye annelerinin yaşlandırılıp ölmesini bekleyenler ile barışı köpek gibi isteyenlerin, beraber, aynı diplomalarla üniversitelerden mezun olanların ülkesi, cenderesi ve yanmış otelidir.

Sevgili meslektaşım, bunların bir sorumlusu da biziz. Bu olaylar olduğunda bizler toplumsal muhalefetimizle her yerde ve şekilde karşı durmalı ve üstüne gitmeliydik. Ankara Katliamı’nda yaşanan yası anlaman için bunları da bilmen gerekirdi, böylece duyguların başlı başına oluşurdu. Yas, bizim içinde bulunduğumuz en baştan sona kadarki zamanı kapsıyor. İnsan hayatı ve onuru için insanların yas sürecinde bulunmak değil aynı zamanda yası temin etmek zorunda kalabileceğimiz bir sosyal yük taşıyoruz. Burası Türkiye, yani cenaze evine saldırılan topraklardayız, Anadolu ütopyasını yaşamıyoruz anlayacağın.

Temel bir yas sürecinin sağlıklı yaşanabilmesi için senin ve kaybı yaşayanların bildiği ortak bir doğruyu sürçmeden ifade edebilmen gerekmektedir. Gerçek katillerini söyleyebilmelisin. İşte bunun adı bilimdir.

Burada yazının uzunluğu ve yoruculuğu açısından ara vermek zorundayım.

Bu tür olaylarda canını dişine takmış meslektaşlarımızı da gördük, bir sürü manalı tartışma yaşandı ve hepsi de dayanışma kliklerine büyük bir anlam katmıştır. Tartışmaların ardı arkası kesilmesin isterim, böylece olay gölgelerinden kurtulmuş olacaktır. Ardı arkası kesilmeyen her tartışma biraz daha dayanışma biraz daha dayanışma demektir. Asıl bu durumlarda istenilen şey üstünkörü bir grup çalışmasından çok; anlamlı, özverili ve konsantre edici bir direnişle beraber ortaklaşmak, duygudaş olmak ve dolayısıyla öfkenin barış için motive ediciliğini hep beraber yaşamaktır. Öfkelenmeyen, acımayan, ağlamayan psikolog olmak için ülken fazla hüzünlü.

Dayanışan, dayanışma içinde olan, politik barıştan sakınmayan, çekinmeyen ve bunu bir dünyayı barışlaştırma adına kullanan bütün meslektaşlarıma, diğer meslek üyelerine, ekmekçisine, çaycısına, tabldotçusuna, koordinatörüne, parti elemanına, kriz masasında oturan kadınlara, gençlere ve şehir insanıyla dayanışmak benim için en büyük psikolojiydi, imeceydi. Travmayı en fazla gerileten partilerdeki sendikardaki deneyimli insanların bizden daha fazla iş yaptığını gördük. Dayanışma çemberinin halihazırda herhangi bir bomba patlamadığı andan çok daha öncesinde genişlemesi için yarın travma olacakmış gibi tedirgin olmanız ve genişlememiz gerekmektedir. Akademisyenler alanlarla barıştırılmalı, öğrenciler cesaretlendirilmeli ve direnme güncellenmelidir.

Dayanışan, sarılan, sarsılan, ağlayan, çocuğunu ihmal edip gelen, gülen şirin yüzüyle “vedalaşırken korkuyorum” diyen, en ufak vaktini dahi Numune’nin önünde geçiren feminist, dayanışmacı, direngen Psikologlarla ve Psikoloji öğrencileri ile aynı meslekten olmanın zevkini yaşadım ve minnettarım, teşekkür ederim… Öfke en çok biz psikologlara yakışır.

* Psikolog Serhat ÖZMEN

İş Hayatının Psikolojik Getirileri milliyet.com

Bu yazı milliyet.com ve 12'den fazla sitede yayınlanmıştır.(2021)

İş hayatının yarattığı psikolojik etkilerini nasıl azaltırız?

DoktorTakvimi.com uzmanlarından Psk. Serhat Özmen, iş hayatının psikolojik getirileriyle baş etmeye ilişkin ipuçlarını paylaşıyor.

İş hayatı stresi sebebiyle ortaya çıkan etkilerle birlikte insanların daha da mutsuz olabildiğinin belirten Psk. Özmen, “Bu durum kişiyi istemediği gibi davranmaya itildiğinde yani benliğinden beslenemediğinde veya dilemediği gibi davrandığında başat duygularından biri olan “kaygı” devreye giriyor. Bunun yanı sıra rekabet, terfi süreçleri, mali problemler, kişinin dış faktörleri, işsizlik korkusu gibi durumlar da kişide ciddi endişeler yaratabiliyor. Kapasitemizin dışına çıkmak, mobbing, iş hayatındaki gruplaşmalar da ruhsal bir enerji kaybına yol açabiliyor” ifadelerini kullanıyor.

Psk. Serhat Özmen, iş hayatının getirdiği psikolojik etkilerle başa çıkmak isteyenlere şu önerileri verdi:

1-)Öncelikle işveren ve işçi olarak haklarınızı öğrenin ve bu hakların sınırlarını kavrayın.

2-)Kapasitenize ve yeteneğinize uygun olmayan işlerde yıpranıyor olabileceğinizi aklınızda tutun.

70d5bbba7514aefe5fcb294308e0904d-large.jpg

3-)Ruhsal olarak kendinizi sık sık yoklayın, gerektiğinde destek alın.

4-)Özel ve sosyal ilişkilerde olup bitenin bir düzeyde iş hayatımızda etkileşim içinde olup olmadığını takip edin,

5-)İş arkadaşlığı ortamında rollerinizi değerlendirin.

6-)Dengeli ve sağlıklı beslenin, uyku düzeninizi önemseyin.

7-)Bedensel rahatlama, nefes egzersizi gibi konuları hayatınızın bir parçası haline getirin.

8-)Hayatınızda iş dışında başka aktivitelere de yer verin.

9-)Aşırı yargılayıcı, uçlarda düşünen, kişisel algılanan fikirleri, duygularınızı ve düşüncelerinizi değerlendirin. Yanlış inanışlarınızı tespit edin ve çözümler bulun.



İyi bir ilişkinin ipuçları ve ilişkilere zarar veren tutumlar.CNNTÜRK 2022

 Bu yazı: Posta Gazetesi, Milliyet Gazetesi ve CNN Türk'de yayınlanmıştır.

https://www.posta.com.tr/galeri/14-subat-ozel-iyi-bir-iliskinin-ipuclari-ve-iliskilere-zarar-veren-tutumlar-2435453/7

14 Şubat özel: İyi bir ilişkinin ipuçları ve ilişkilere zarar veren tutumlar...

AİLE’de YAPILAR, DENEYİMLER ve SİSTEMLER-2- Uzman Psikolog Serhat ÖZMEN







AİLE’de YAPILAR, DENEYİMLER ve SİSTEMLER-2-
Uzman Psikolog Serhat ÖZMEN

Görünmeyen Dalaş -Beklenti Alanı


  Ailelerin çoğu hızlı gelişen dünyada parçalanacaklarına inanmaktadır. Vaadini yerine getiren bir evlilikte insanlar korkmaya başlar. Aile, sadece çocukların yetiştiği bir alan değildir; evlilik, çok android bir alandır. Korku, özlem, macera, yenilik, gelenekselcilik ve şüphesiz hepsinin de ağabeyi sayılan beklenti alanıdır. Lacan, arzu kavramına çok önem vermiştir. Arzu ve eksikliği öznenin oluşmasında temel bir yerde işlemiştir. Beklenti, istek, talep ve alım; ilişkilerin damarlarında dolanır. Bunlar Öteki’ne bir tebliğdir. ‘Beklentisizlik hastalığı’, ihmal ve istismarı geliştirir.  Öteki’nden talepler olmadıkça evlilik içinde gelişim olmaz. Ötekinin talebine uymadıkça da aç kalan birey, kendi küçük konumunu dondurmak zorunda kalır. Almak da vermek de ilişkinin içinde yer alır. Oranlar, çok fazla kalp ve tansiyon cihazlarına benzeyen seviyelerde olmadıkça, sorun yoktur. Bir bakıma, beklenti hem beklenen hem de bekleyen açısından bir güç ve test alanıdır. ‘Ben ondan ne isteyebilirim?’ bu, tüm ilişkilerin içindeki soru işaretidir. ‘Beklentimi karşılamayıp beni aç bırakan bu kişi, acaba hangi alanlarda daha fazla yüz üstü bırakabilir?’. Güncel söylemde beklentilerin arkasında hayal kırıklığından çok test imkanı ve düşlemler yer almaktadır. Düşlem bu noktada asıl açığı kapatan fondöten gibidir. 


  Çiftlerin birbirine olan beklentileri bazen ulaşılamaz derecede tatminsizdir. Beklentilerin gerçekleşmediği yerde korku ve panik yer alır. Özellikle orta yaş çiftlerinde her daim evliliğin amacı, içeriği ve diğer evliliklerle kıyaslanması bu sebepledir. Bu yaştaki aldatmalar daha fazladır. Çiftlerin beklentilerini iki bölüme ayırdığımızda daha net anlaşılabilir: Yapısal beklentiler, soyut beklentiler. Yapısal beklentiler bir roldür, bir görevdir, bu rol ve görevin içinde de genelde evrensel kurallar vardır. Örn: Doğum sırasında erkeğin kadının yanında olmaması evrensel olarak kadınlar için büyük bir sorgulama problemidir. Soyut beklentiler ise, daha karmaşıktır. Soyut beklentiler, ciddi bir duygu ve birey-aile okuryazarlığı gerektirmektedir. ‘Beni anlamıyor’ miti bir miktar da buradan gelmektedir. İnsanların birbirini anlamaları yerine ilişkilerini anlamaları gerekmektedir. Fakat şunu ifade etmekte fayda var ki, yapısal sorumlulukları alamayan çiftlerden biri aile içinde her zaman semptoma (probleme, yakınmaya) yol açar. Bir kişinin çift olabilme kabiliyeti, o kişinin sorumluluk skalasına bağlıdır. İlerlemek isteyen her ailenin pedala bir miktar da olsa kuvvet verecek ebeveynlere ihtiyacı vardır. Yapısal ihtiyaçların daha fazla tartışıldığı günümüzde, acısını çocukların oyun bağımlılığı ve hiperaktivite bozukluğu evlatlarıyla gezinmek zorunda kalan ebeveynleri çeker. Ailede her tür durum, sorumluluklar halkasından geçer, aralıkları, sınırları ve eşikleri farklı olsada, bu her ailede tencerenin varlığı kadar, somutta oradadır.  Bu kuralların çoğu evlenmeden önce ciddi kontrollerden geçer. Geçmek mecburiyetindedir. Çünkü sorumluluklarının yelpazesi düşünüldüğünde farklı ihtimallere de ayrılabilecek güçlerin de sınırlı olduğu görülecektir. 

Yapısal roller sağlama alınmadıkça ev-liliğe sıcak bakmak da, evliliğe ısrar etmekte manasızdır. Çünkü sadece rastlantısallık ve duygusallıkla bağlantılı başlanan evliliklerde içe bükülme, yarılma ve araların açılması söz konusudur. 


Bağlar ve bağlantılar

  Evlilik, bir bağlantı hadisesidir. Nereden başladığı ve nerede son bulacağı bilinmeyen bir yumakta kendini tanımlamanın zorluğu, çiftler için bir boşluğun konumudur. Bağlantılar ve geçmişler yumağı olan evliliklerin çoğunda, çiftler birbirine alacası bulacasına kördür. Birbirini bulduğu düşünen iki insan neden çok kısa süre sonra ayrı dünyaların insanları olduğuna inanır? Modern çağda,  evlilik etiğinden sabır, istikrar, sürdürtme, yuvayı devam ettirme vb.  adlı sayfaların yaprakları yırtılmak üzeredir. Çünkü insanların ‘duygu narsisizmi’ yaşadığı bu dünyada geleceğe yer yok, daha geçmişe bir tatmin bulmak vardır. Bu açıdan insan hiç bir zaman ‘kimsenin baskısı altında kalmadan’ evlenemez. O, herkesin önünde, herkesin huzurunda ve herkesin de biraz gönlü olsun istediği düzende ‘protokol’ halkalarından geçerek evlenir. Byung-Chul Han, ‘Güzel Kokulu Zaman Kristali’nde zaman kavramını şu şekilde tartışmıştır: “Varlığa daha derin bir bakış atmak, her şeyin birbiriyle daha bağlantılı olduğunu, en ufak şeylerin bile dünyanın bütünüyle iletişim halinde olduğunu gösterecektir. Ama acelecilik çağında algıyı derinleştirmeye gerek yoktur.” der. Dolayısıyla etkileşimler kısa sürede oluşmaz, uzun ve görünmez bir maziye sahiptir. Ev içi davranış modelleri evin davranışsal hukuku, aile içi sistemi ve sınırlarıyla ilişkilidir. Çift olmaz zekası düşük olan ailelerde çocuklar dağınık, tutarsız ve dışa bağımlıdır.

  Evlilikler ve cinsellikler çok daha geniş bir arka plana kadar uzanır. Ailedeki en mahrem olarak düşünülen şey aslında dedelerimizin, anne-annelerimizin, büyük babalarımızın, büyük annelerimizin, ebeveynlerimizin eline tutuşturulan örtük bir mektup gibi bize de aktarılır. Özellikle genel olarak evlilik empozasyonlarımızın (empoze edili olan) çoğu bilgi, geçmiş çekirdeğin kanıtıdır. İnsanlardan geçmişi kapma-taşıma özelliği, derin bir şekliyle işlenmektedir. En bariz örneği ataların isimlerini çocuklara koyma öbür uçta da seksi algılama biçiminize kadar uzanan bir skaladır. Hiç bir aile tam olarak modern bir aile olarak modern bir aile olarak nitelendirilemez. Seks sırasında tavandan, kapıdan ve pencereden fırlayıp gelen hayaller hep ebeveynlerimizin hayalleridir. Saf haldeki küçük bir davranış kesidini ele alan her uzman bilir ki, bu davranışın bir belgefilmi vardır, bu davranışın mazisi, gövdelere, köklere, kılcallara kadar uzanan karşıtlıklardan ve özdeşimlerden gelir. Sadece cinciler ve büyücüler geçmişi çağırmazlar aynı zamanda terapistler de geçmişi araştırır bulurlar. Şimdinin davranışının kökenleri çoğu zaman yarım asır önceye dayanır. Atalarımızın öyküsünü, yaşamaktan tatmin olan bir tarafımız evin bilinçaltında saklı durur. Evin altında bir 'yatır' varmış inancı da muhtemelen bilinçdışı bir söylemdir. Her evin altında bir geçmişe uzanan bir davranışlar 'yatır'-ımı vardır.


Ataların ve yeni kültürün dişlerinin arasında :Göç

  Geçmişi atalar, geleceği de arzular ve idallerin belirlediği bir yerden geçersek, göçün zorunluluğa dönüşen kültürünü daha iyi kavramamız gerekecektir. Göçün içeriği eğer ki ‘tatillik’ bir alanı kapsamıyorsa, göçün doğası her daim zorludur.  Göçmen’in hayatı iki defa ikiye bölünür. Özne’yi ikiye bölen yabancı dil ve yabancı kültürle buluşmadır, ki, bu bir kelimesizlik alanı doğurur. İkinci alan da sosyal yabancılıktır ki, yerlilerin keyfiyetine de kalan bir yanı vardır. Göçmenler yaşadıkları toplumda hem devlet ve yasalarına uyum sağlamak zorunluluğu hem de kendi kült’lerini yaşama onuruyla cebelleşmektedir.  Bunun en büyük verisi ergenliklerdir. 

'Göç ettim ben, yalnız bir kuytudan yol aldım, kaldığım yer her zaman Bir önceki toprağın özlemiyle Bir sonraki diyara hasret' . İbrahim Tenekeci’de durumu daha öz betimlemiştir. 


  Lacan, öznenin oluşumunun sosyal bağlamdan bağımsız olamayacağını belirtir. Göçmenler de, yeni bir toplumda bu sosyal bağlamda kendi yerlerini bulmaya çalışırken sürekli bir kimlik çatışması yaşayabilirler. Lacan, "Büyük Öteki" kavramı ile toplumsal düzenin bireyi nasıl şekillendirdiğine dair bir çerçeve sunar. Göçmenler, yaşadıkları toplumda "Büyük Öteki"in taleplerine karşı hem bir uyum süreci içinde hem de dışlanmışlık hissiyle bir denge kurmaya çalışırlar. Bu, Lacan’ın "Büyük Öteki"in baskısını ve öznenin o baskı altında nasıl şekillendiğini anlattığı teorilerle örtüşür. Hemen hemen her göçün sonunda ‘dışlanmış özne’ ve ‘içe alınmamış’ öznenin kaderini bir kuşak yaşamak zorunda kalır.

  Göçmenlik, bazen göçmenin kendi arzularını ve kimliğini yeniden anlamlandırmasına yol açarken, bazen de toplumsal ve kültürel engeller nedeniyle bu arzuların sınırlanması ile karşılaşabilir. Göçmen aileler, yer değiştirme sürecinde farklı psikolojik zorluklarla karşılaşabilirler. Aile üyeleri arasında farklı uyum süreçleri ve kültürel farklar, aile içi ilişkileri etkileyebilir.  Araştırmalar, özellikle çocukların göç sürecindeki adaptasyonlarını ve ebeveynlerin bu süreçteki rollerini vurgular.

  Göçmen ailelerde, ebeveynlerin yaşadığı kültürel şok ve uyum problemleri, çocuklar üzerinde de etki yapabilir.  Finansal rahatlığa geçiş dönemine değin, aile dinamiklerinin ihmali de ayrı bir konudur. Çocuklar, iki kültür arasında farklı değerlerle büyüyebilir ve kimliklerini bulmakta zorlanabilirler. Aile içindeki bu uyumsuzluk, aile üyeleri arasında gerilimlere yol açabilir. Pek çok göçmen psikolojik olarak nasıl yara aldıklarını bilecek bir pusulayla yola çıkmaz. Yolculuk biter, yerleşilir, yıpranılır, sonra bir şeyler ters gitti algısı hissedilir. Bu biyolojik survability'nin, önceliğin temel ihtiyaçlara verildiğine dair bir hiyerarşidir. Önce hayatta kal, hayata tutun, ailen hayata tutunsun ardından psikolojik durumuna bakarsın..

Bu tür mesajlar aynı zamanda öznenin kendini yatıştırma ve ailesini önde tutma ideolojisiyle de eşleniktir.

    Göçmenlikte öteki olmanın da hiyerarşik olarak kabul görme süreçleri de mevcuttur. Çocuk olmak, gebe olmak, farklı cinsel yönelimlere sahip olmak, dil bilgisine zayıf kalmak, ten rengi, madde kullanmak, siyasi sürgünde olmak, mali durumlar gibi komponentler ezme-ezilme ilişkisine dair bir hiyerarşiyi de içerir.  'Uyum' insani bir kavram gibi görünürken, asimilasyon ise zorunlu bir politika ışığında esasında sosyolojik bir ihmaldir.  Bir çok göçmeni en çok acıtan şey hala kendi ülkelerinde ki sürüp giden üzücü düzendir.

‘Köklerim yerden koparılmadıkça 

Toprağımda yorgun, suskun bir rüzgar olurum

Göç, varlıkla yokluğun arasında bir iz bırakarak 

Bir çakıl taşı gibi düşer yüreğime…” F.H. Dağlarca

Kadim Roller ve Yeni Çocuklar ve Yeni Ergenlikler

  Modern çağda çalışmanın mutlaklık kazanması, çiftlerin ev içi rollerinde çok katmanlı yırtılmalara yol açmıştır.  Biz sanayileşmemiş ve tarımı da artık yapamayan orta sıralarda bir ülkeyiz. Ne kent’e sığabiliyor, ne de köyde sebat edebiliyoruz.
    Çocuk bakımı hiç bu kadar enteresan hale gelmemiştir. Palyatif toplumda çocuk bakmak için birçok meslek var artık; çocuğun sabır ve sebatı için, öğretmenler, kolejler, oyun ablası, oyun terapistleri, kurs hocaları, ödev hocaları, evcil hayvanlar  vb birçok açıdan çocuğu kuşatır. Kısacası bundan 30 yıl önce köyde bir çubuk bir çamurun görevini burda bir düzineye yakın meslek, sanal yoldan vermek zorunda kalmaktadır.

    Ailesel yapıda her zaman yeni bağlantılar kurmak, ilerlemek, eksiklik çekmeden yaşayabilme kodları, ailenin önemli nefes alma organlarıdır. Yeni ve modern ailede kadın hakları sorununun çözülmemesi ve modern teorilerin işlerlik kazanmaması ciddi sorunlar yaratmaktadır. Teorideki arzu ile psikopolitik ülke stilleri arasındaki uyuşmazlıkta, ağızda parçalanan ‘kadın’ ve ‘kadın hakları’ ve ‘kadınlık’ olmuştur. Ekonomik enflasyonun olduğu ülkelerde hane halkından ne kadar kişi çalışırsa o kadar çok kendini rahat hisseden bir kaygı düzlemi olur. Ailenin iktisadi problemleri, her zaman önemli bir plandadır. İktisatsızlık veya plansızlık, bir belirsizlikler ve ketlenmeler alanıdır. Çiftlerin boşanma avukatlarından son dakika beklediği performanstan bunu anlamak daha kolay olacaktır. 

    Ergenlik artık sadece yılları değil, dönemleri ile beraber anılmaktadır. Sosyal içeriklerden de anlıyoruz ki ergenliğinde kendi içinde tutarlı bir söylem, sahnelenme, teşhir edilme ve özgürlük arzuları mevcuttur. Ergenlerle çalışırken hep aynı soruyla başlarım. Ekran süren ne kadar. Bu bana genel patoloji kadar aile sistemi veya çevresel sitemle ilgili mütemadiyen bilgi verir.  Ergen’lerin çok büyük kısmı 8+ saat ekran bağımlılığı mevcuttur. Bu iletişim dünyasını kontrolsüzce evlere sokmak yeni dünyanın maalesef ki yeni kuralı. Ergenlerin, kimlikleşme süresinde artık özdeşim kuracağı özneler dayı, teyze, amca  veya komşu değil; karakterler, tiktokerler, hologramlar, animasyonlardır. Onları da bu şekil bir İOS dönemi beklemektedir. Buna ne engel olunabilir, ne de seyirci kalınabilir. 


Aileyi Araştırmak :Anti-rutin

  Modern dünyada  aile, bir avm ye çevrilmek isteniyor.  İçinde her şeyin olduğu ve her şeyin bölümlere ayrıldığı, çoğunun bize ait olmadığı ama bir anlık sahip olabileceğimizi düşündüğümüz, biçimi olamayan, ihtiyacımız olmayan şeylere çok fazla hasret duyduğumuz bir yere dönüşmektedir. Aile üzerind ebüyük semboller, rutinlerin kazanımlarını hesaba katmadan devam ediliyor. Bana göre aile…. bize göre aile kavramına dönüşmemektedir. 

    Ailenin gerçek yanlarını anlamak için öncelikle çağın krizlerine de yer vermek gerekecektir. Tamamen evlilikle farklı bağlar kurmak isteyen, yeni bir inşa yapabileceğine inananlar tamamen korku ve kaygılarının, rutinlerin hikmetine inanmak istemeyenler yeni dünyanın arzularını istemektedir. Bu çok büyük ve keyifli oyun, kişinin eve girmesini engellemektedir. Evlilikte roller, yapılar, sistemler ve aralıklarda her zaman ortaya çıkıp kaybolan ve ortalığı ketleyen parametrelere bakmak gerekecektir.

    Hatırda tutulmalı ki, evlilikleri daha da fazla kriz beklemektedir. “Bir gün elbet herkes boşanacaktır” sözünü daha çok duymaktayız. Birey, aile veya toplum  hangisine bakarsanız bakın, hepsi de kendi dışındaki ve kendi içindeki dinamikler eşelenerek ancak büyük bir kısmı anlaşılabilir.  Evliliğin kendisi bir krize çözüm olarak kurulurken, kendisi de krize girmektedir. Sistemler, yapılar ve bağlantılar aileyi anlamamızın yeni yollarından biridir.  



Bir Psikologun Yas Günleri-2015

Bir psikologun yas günleri (1) –  Serhat Özmen 10 Kasım 2015 13:27 Öfkelenmeyen, acımayan, ağlamayan psikolog olmak için ülken fazla hüzünlü...